arkadaşlar ben artık makale atamıyorum onun yerine artık crackli oyunlar ,oyundaki para hileleri vb
şeyler gelecektir ve bügün roblox sınırsız para (robux) hilesini paylaşıcam. arkadaşlar çok kolay öncelikle robloxun sitesine girip hesabınıza giriş yapıyorsunuz sonra programı açıp siteye bağlanmasını bekliyoruz bağlandıktan sonra istediğimiz parayı giriyoruz (en fazla 576 para günde alabiliriz)
10 dakika gibi bir süre sonra roblox hesabınıza geliyor .
not: antivürüsü kapatın yoksa oyundaki dosyayı değiştirip servere yolladığı için virüs olarak görüyor para hesabınıza geldikten sonra antivürüsü açabilirsin ama yinede programı virüs olarak görür
indirme linki : http://s3.dosya.tc/server9/ecnr00/robloxsinirsizparahilesi.zip.html
İzleyiciler
11 Aralık 2016 Pazar
15 Temmuz 2016 Cuma
1 Nisan 2016 Cuma
The Spatials
Bir gün misafirleriniz uzak yerlerden gelecekler…
“Geleceğe Dönüş” filmini izlemiş miydiniz? İzlemediyseniz bile geçenlerde filmde geçen tarihte olduğumuz için bütün sosyal medyada görmüşsünüzdür. Çılgın bir doktor zaman makinası yapıyor ve Marty ile tarihten tarihe koşuyorlar. Bunun ne alakası var? Sadece oyunun geçtiği tarihle alakası var. Neticede gördük ki filmde gösterilen o uçan kaykaylar, kıyafetler, simülasyonlar falan hiç biri günümüzde mevcut değil.
Yıl 5781, Robotlar falan etrafta koşuşturuyor. Galaksiler arasında dolmuş seferleri başlamış. Uzaylılarla beklenen temas kurulmuş… Temastan öteye geçmişiz. Elin uzaylısıyla yüz göz olmuşuz. Yetmemiş bir de memleketlerine madenler kurmuşuz, işçi olarak çalıştırıyoruz. Tabi her uzaylı dostumuz değil. Dost-düşman ikileminin yanı sıra memleketlerini de korumaya çalışıyorlar haklı olarak. Bir de bu karışıklığı fırsat bilen uzay korsanları var.
Yine bir asteroid’i dünya olarak ele geçirmişiz ve başına bizi koyuyorlar. Birinci hedefimiz oraya bir istasyon kurmak. Bildiğimiz astreoid’i galaksi turizmine katkı olarak ele geçirmişler yahu! Evet, bizi de turizm işletmecisi olarak yollamışlar. Yavaş yavaş büyüterek turizmin beşiği, sanayinin başkenti yapmaya çalışıyoruz. Fakat bazı sorunlar olmazsa olmaz.
İlk olarak beş kişi ufak bir odada başlıyorsunuz. Oyun sizin için rastgele bir harita yaratmak yerine klasik bir harita veriyor. Daha doğrusu bütün oyunculara aynı haritayı veriyor. Size başta oyunu anlatan ise yine samimi olduğumuz bir robot, adı: TR-303. Her yerde karşınıza çıkıyor fakat elle tutulur bir bilgi vermiyor. Robot ama çoğu mutfak robotundan daha faydasız!
Yavaş yavaş uygarlığınızı yerleştirirken size bir öneride bulunmak istiyorum. Hemen gaza gelip astreoidi turizme açmayın. Gelen mutsuz dönüyor, turist kaçırıyorsunuz. Başta yatakhane kurarak başlıyorsunuz çünkü ilk seviyelerde, o beş adamınızın temel ihtiyacı uyumak. Daha sonra şöhretin verdiği hevesle çılgın isteklerde bulunabiliyorlar ki bulunuyorlar da.
Sürekli olarak size bir galaksiye koşmanız ve orada düzeni sağlamanız isteniyor. Bu da size bir sürü yenilik katıyor. Başlarda ben yemek ihtiyacını nereden karşılayacağımı çok aramıştım. Oyun keşif adına derya deniz fakat bazı şeyler çok iyi gizlenmiş. Acemiyken bir yemek bile size yarım saat harcatabiliyorken, o acemiliği üzerinizden attıktan sonra gözünüzü kapatıp haritadan yer seçmeye varan şekilli hareketler yapabiliyorsunuz.
Böyle turizm başkenti olacaksınız iyi güzel fakat turist kardeşlerimizin isteklerini karşılamak için daha önce de bahsettiğim gibi sanayi başkenti de olmanız gerekiyor. Nasıl yanisini hemen açıklayayım. Bu turistler belli isteklerle geliyorlar. Bu istekleri karşılamanız lazım. Karşılamak için bunları kendiniz üretiyorsunuz. Üretmek için sağ tepede atorium’a benzeyen simgeyle bu sanayiyi açmanız gerekiyor. Açmak içinde galaksi keşfedip puan toplamanız gerekiyor. Kabul ediyorum, tam bir ölme eşeğim ölme durumu söz konusu.
Daha da kafa karıştırmadan asıl meseleyi anlatayım. Bu malzemeleri üretmeniz için hammaddeye ihtiyacınız var. Hammadeler için beş kişilik bir ekip kurarak başka galaksilere başka gezegenlere giderek hammadde topluyorsunuz. Tabii bunlar savaşarak alınan maddeler. Ayrıca gittiğiniz galaksilerden adam da alabiliyorsunuz. Almanız da gerek, beş kişi nereye kadar götürür? Adamları savaşlara gönderdikçe tabii seviyeleri de artıyor. Özel yetenekler geliyor ve bu sayede tam uzaylıların ortasına el bombası atabiliyorsunuz gibi değişik bir özellik de koymuşlar oyuna. Paralı görevlere göndererek yani adamlarınızı bilgisayarın kaderine bırakırsanız da kendilerini geliştirmeleri mümkün.
Oyunla ilgili anlatılacak çok şey var. Kendimi durduramıyorum. Biraz RollerCoaster Tycoon, biraz Sims, ucundan XCOM Apocalypse’e benzemesi benim için oyunu başka bir boyuta götürdü. O yüzden kendimi durduramıyorum. Benden geçer not alır.
31 Mart 2016 Perşembe
World Piece
Oyun yapılması en kolay olan alanlardan biri olduğu için mobil oyun dünyası artık devasa bir sektör haline geldi; bu dünyada kaybolmak da bir hayli kolay. Kalabalık olmasına rağmen çoğu oyuna yüz vermek de bir o kadar zor.
Japonya’da yer alan Obokaid’em firması tarafından hazırlanan World Piece ise mobil oyunlar arasında bence iyi bir yer bulmuş gibi gözüküyor kendine. Bunun nedeni de basit ve bağımlılık yapan oynanışı.
Olay aslında çok basit; bir bisikletiniz var ve bu bisiklet dağ bayır demeden, kendi kendine ilerliyor. Ekranın bir yerine parmağınızı basılı tuttuğunuzda pedal çevirmeye başlıyorsunuz, bıraktığınızda ise kazandığınız ivmeyle yukarı fırlıyorsunuz. Tabii olay bu kadar basit değil. Şöyle ki ne zaman parmağınızı bıraktığınız ve nerede ileri atıldığınız çok önemli. Oyunu ilk defa oynadığınızda, “Abi bu bisiklet gitmiyor ki?” diyeceğinizden eminim fakat bilin ki hata oyunda değil, sizde. Başarılı olmak için en az üç kez oyunu oynamak gerekiyor, sonra mekaniği biraz daha iyi kavrıyorsunuz.
Peki neden hızlanıyor, neden fezaya fırlıyoruz? Oyunda bir gündüzden açık havadan, kapalı fırtınalı havaya geçiş var. Bizim amacımız günü hep açık havada tutmak. Yol boyunca bulduğumuz saat ikonları havanın kapanmasını engelleyecek en iyi arkadaşlarımızdan. Bundan daha iyisiyse yukarı fırladıktan sonra, “Nice slide!” belirtecini görmek. Bunu gördüğünüzde bilin ki güzel bir şekilde yere iniş yaptınız ve yeniden güzelce havaya fırladınız. (Yukarı fırladıktan sonra parmağınızı yine ekrana basılı tutmanın sizi aşağı indirdiğini söylemiş miydim?) Saat ikonlarını topladıktan hemen sonra iyi bir fırlayış ve ardından iyi bir iniş yapmak demek, havayı bir hayli güneşli yapmak demek.
Obokaid’em oyunu gizli bir şekilde bölümlere ayırmış ve her bölüm çeşitli ülkelerde geçiyor. Hindistan’dan Fransa’ya, oradan Amerika’ya ve farklı ülkelere giderek bisiklet sürmeye ve kaymaya devam ediyoruz. Kaymak diyorum zira oyunda sağlam kilometreler yaptıkça yeni karakterler de açıyorsunuz. Örneğin ikinci karakteriniz bir mürekkep balığı üzerinde sörf yapan bikinili bir kızcağız. Eğer güneşli havayı yeterince açık tutamazsanız ve yavaş hareket ederseniz yağmur yağmaya başlıyor ve nihayetinde şimşekler çakıp sizi şokluyor. Bu da Game Over demek…
Bir çeşit skor mücadelesi olan World Piece, tam anlamıyla, “Daha fazla ilerlemeliyim, daha büyük skor yapmalıyım!” tutkunları için. Biraz daha az reklam çıksa daha çok beğeneceğim oyun şu haliyle de gayet iyi, bence denemelisiniz.
Bir çeşit skor mücadelesi olan World Piece, tam anlamıyla, “Daha fazla ilerlemeliyim, daha büyük skor yapmalıyım!” tutkunları için. Biraz daha az reklam çıksa daha çok beğeneceğim oyun şu haliyle de gayet iyi, bence denemelisiniz.
Warhammer: End Times – Vermintide
Warhammer dünyası bugüne kadar üretilmiş en geniş evrenleri ayaklarımızın altına sunar. Hem Fantasy hem de 40K o kadar derin senaryo ağları ile örülmüştür ki içinden çıkmak çok zordur. Her iki dünya için de nice kitaplar yazıldı, nice karakterler yaratıldı. Hele 40K tarafı öyle bir coştu ki anlatmakla bitmez, okumakla tükenmez. Pek tabii Fantasy tarafı da boş durmadı ama bu sefer gelinen nokta bir anlamda son mahiyetinde oldu. Oyunun adı aslında ana senaryoda ve masa üstü minyatür oyununda birinci elden deneyim ettiğimiz “Son” kısmı baz alıyor. End Times, aslında birçok Warhammer Fantasy kitabında adından sıkça söz edilen mahşeri bir günü baz alıyor.
Bugün geldiği zaman büyük bir savaş olacağı, Chaos ırkının gözdesi Archaon’un yer yüzüne türlü belalarla geleceği bilinen gerçekler arasındaydı ve nitekim, geçtiğimiz yıl tüm bu kehanetler geçekleşti. Sonuç: Warhammer Fantasy dünyası yok oldu! Nasıl diye soranlardansanız, sizi onlarca kitap okumaya davet edeceğim. Aksi halde işiniz zor. Dünya yok oldu ama akabinde de yeni bir devam ortaya çıktı. Age of Sigmar olarak bilinen bu yeni oyun senaryosu, Warhammer’ı yedi farklı diyara böldü ve dünyaya The Empire ırkının taptığı Sigmar’ın bir anlamda adamları geldi. Tek amaçlarıysa Azyr olarak bilinen yerin kapısını açıp, Sigmar’ın öfkesini Chaos’un üzerine salmak. Konu hakkında 225. sayımızda bolca bilgi aktarmıştım. Vermintide da ise tüm bu yok oluşun merkezi olarak adlandırılan Ubersreik isimli The Empire şehrinde, etrafı basan Skaven ırkından kendimizi koruyarak, belirli görevleri yerine getirmeye çalışıyoruz.
Oyunumuz tamamen multiplayer co-op olarak tasarlanmış. İstersek yanımıza bilgisayarın kontrol ettiği bot’larla yola çıkabiliyoruz ama emin olun bu çok da iyi bir fikir değil. Bize adam gibi dövüşebilen, nerede ne yapabileceğini bilen adamlar lazım. Yani bilgisayar her ne yaparsa yapsın, farklı strateji gereken görevlerde odun gibi etrafa bakmaktan ileri gidemiyor. Ayrıca genelde bizi takip ediyor ki bu da kendi inisiyatifi olmadığının net bir göstergesi. Oyuna girdiğimiz anda karşımıza beş sınıf çıkıyor ve birisini seçerek yolumuza devam ediyoruz. Fakat bu demek değil ki oyun boyunca seçtiğimiz sınıftan başkasını oynayamıyoruz. Aksine, seçtiğimiz sınıf sanki bizim en beğendiğimiz sınıfmış gibi oyuna her girdiğimizde otomatik olarak seçiliyor ama misal oyun ararken seçtiğimiz sınıf harici sınıfların uygun olduğu sunucular karşımıza çıkıyor ve dilersek o an uygun sınıflardan birisini seçerek yolumuza devam edebiliyoruz. Witch Hunter, Waywatcher, Empire Soldier, Dwarf Ranger ve Bright Wizard olarak sıralanan ırklardan, en fazla dördü oyunda bulunabiliyor.
Bu noktada deneyim ettiğimiz haritaya göre doğru dört sınıfın oyunda olması her zaman olmasa da bazen büyük önem taşıyor. Vermintide toplamda 13 farklı haritayı beğenimize sunuyor. Başlangıçtaki bir iki harita çok uzun olmasa da akabinde gelen haritaları tamamlamak gerçekten vakit istiyor. Haritayı tamamlamadığımız zaman hiçbir bonus alamıyoruz. Başarısız olduğumuz haritalarda da toplam 100 yetenek puanı kazanıyoruz. Ancak bir haritayı tamamladığımız zaman kayda değer bonus ve yetenek puanı kazanabiliyoruz. Oyun tamamen FPS kamera açısından deneyim ediliyor. Harika bir atmosfer sunan Vermintide’da her haritanın kendisine ait bir amacı bulunuyor ama ortak olan tek bir şey var, o da olabildiğince farenin canını alıp, hayatta kalmak. Çıkardığımız sesler, Skaven’lerı daha da coşturuyor; resmen duyan geliyor ama bir de arka planda çalan bir borazan sesi var ki işte bu sesin ardından resmen üzerimize fare yağıyor. Etrafta hayat iksirleri, bandajlar ve mühimmat bulunuyor. Herkes en fazla bir iksir ya da bandaj taşıyabiliyor. Mühimmat ise sadece menzilli saldırı yapanlar için gerekli. Aslında herkesin menzilli harici bir silahı var ama esas olan Witch Hunter’ın sürekli biten okları. Çok seri ok atabilen bu arkadaşa mühimmat bırakmak gerektiği aşikâr. Ayrıca bir takım bombalar da söz konusu. Yine sadece bir tane taşıyabildiğimiz bombalar, başta kalabalık birlikler olmak üzere Rat Ogre gibi dev ve öldürülmesi zor düşmanlar üzerinde de bir hayli işe yarıyor.
Skaven olarak bilinen Warhammer Fantasy ırkı, minyatür oyuncularının genelde en sevdiği ırktır. Yer altında yaşana bu güzide ırk, birçok çılgın projeye imza atmayı başarmıştır. Misal, dev bombalar bulup, nasıl olsa birisi yapmıştır deyip projeyi çöpe attıkları vardır. Warp Lightning Cannon gibi rastgele ateş eden silahlar üretir, kimsenin haberi olmadığı elektriği kullanırlar. Her ne kadar oyunda ötekileştirilmiş olsalar da aslında pek sevilirler. (Ben hastalarıyım. Sabrım olsa Skaven ordusu boyardım ama çok fazlalar arkadaş.) Vermitide’da da birçok Skaven birimi görmek mümkün. Genel geçer Clanrat biriminin haricinde, Gutter Runner, Packmaster, Poison Wind Globadier, Ratling Gunner, Rat Ogre, Sack Rack, Skavenslaves ve Stormvermin şeklide sıralanan düşmanların her birinin kendisine özel yeteneği söz konusu. Zaten karakterlerimiz kendilerini gördüğü anda isimlerini söylüyor ve ona göre bir strateji yapmamıza imkan sunuyor.
Aralarında en büyük zorluğu şüphesiz Rat Ogre çıkarıyor. Dev gibi olan bu fare, vurduğu zaman baya bir uçuşa geçiyor, stratejik olarak tüm avantajımızı kaybediyoruz. Ayrıca Packmaster boşta bulduğu bir karakterin boynuna doladığı ip ile hem onu uzaklaştırıyor, hem de zarar veriyor. Ratling Gunner ise hedef aldığı tek bir noktaya ağır mermiler yağdırarak büyük sorun çıkmasına sebep oluyor. Hele yakın mesafesinde durursanız anında ölüyorsunuz. Vermintide’ı adam akıllı oynamak için önce düşmanları tanımak, sonra haritayı bilmek ve en sonunda da karakterimizi tanımamız gerekiyor. Tüm bu bileşenleri kullanabilen dört oyuncu varsa, zaten Normal zorluk seviyesinde bölüm tamamlamak bir hayli kolay hale geliyor. Daha zor seviyeler için önce bölüm sonunda zar atarak kazandığımız silahlara kavuşmamız gerekiyor. Ayrıca Forge üzerinden gereksiz silahları eritip, hammaddeleri ile kullandıklarımızı güçlendirmemiz de bir hayli önemli.
Oyun büyük oranda hack & slash şeklide ilerliyor ama birçok stratejik öğeyi de içinde barındırıyor. Takım olmak başlı başına bir iş ama dikkatli olmak da bir o kadar önemli. Hızlı olacağım diye kabusa dönüşen çok fazla oyuna denk geldiğim. O yüzden aklıselim oyuncularla oynamak, hatta tanıdık dört kişi ile Vermintide deneyim etmek büyük fark yaratıyor. İşin kötü tarafı, FPS kamerasından hack & slash deneyiminin büyük zorluklar çıkarması. Hem yüksek seviyedeki PC’leri bile zorlayacak animasyonlar ortaya çıkıyor, hem de birçok savaşta önümüzü görmeden etrafa saldırıyoruz. Sürekli bir şeyler öldürmek istemeyen oyuncuların çok dikkatini çekeceğini sanmıyorum. Betasından beri içinde bulunduğum bu oyun bir hayli dikkat çekici özelliklere sahip ama bir noktadan sonra kendisini tekrar ettiğini de unutmamak lazım.
Need for Speed
Yılların eskitemediği Need for Speed serisi, geçen yılın son çeyreğinde yaptığını, bu sefer de PC’ler için yapıyor! Evet, bir türlü PC platformunda deneyim edemediğimiz Need for Speed, sonunda piyasada!
Genelde RPG ve Strateji oyunları ile haşır neşir olan bendeniz, kimi zaman yarış ve spor oyunlarına da bulaşıyorum. Gördüğünüz gibi aldım direksiyonu elime, düt düt dolandım devasa NFS haritası üzerinde. Yeni NFS oyunumuz Kasım ayında PS4 ve Xbox One’da kendisini göstermişti ama benim gibi PC aşıkları bir türlü kendisini deneyememişti. (PC seviyorum ben; zorunda kalmadıkça geçmem konsola.) Sıra PC severlerde, vın vınnnn!
NFS’nin önceki yapımlarına göre en büyük farkı, cutscene’lerinde gerçek insanları kullanıyor olması. Bir anlamda “fark edilmek” istenen yarış sever bir arkadaş grubun içerisine düşen karakterimiz, tanıştığı farklı karakterlerle oradan oraya sürükleniyor. Her karakterin bize sunduğu farklı görevler söz konusu. Görev yaptıkça Speed, Style, Crew, Outlaw ve Build gibi özellikler üzerinden puan kazanıyoruz.
Rep puanı oyundaki birçok yeniliğin anahtarı. Az önce saydığım özellikler üzerinde çalışarak bolca Rep puanı kazanabiliyoruz. Sadece yüksek hızda uzun süre araç kullanmak bile insanların bizim hakkımızda konuşmasına olanak sunuyor ve düzenli olarak Rep puanı kazanabiliyoruz. Belli upgrade’leri yapmak için yeterli Rep seviyesine ulaşmak gerektiği gibi, özellikle Amy ile ilgili görevleri kesinlikle tamamlamak gerekiyor.
Modifikasyon kısmında çok şey varmış gibi gözükse de piyasadaki diğer araba yarışlarına göre tek düze kaldığının altını üstünü en koyu kalemle çizmek istiyorum. Open World oyun modelini benimseyen NFS, bu yönüyle dikkat çekmeyi başarıyor. Başka oyuncularla aynı haritayı paylaşmak ve farklı etkinlikler deneyim etmek kesinlikle çok keyifli. Önceki oyunuyla kıyasladığımız zaman devasa diyebileceğim bir haritaya sahip olsa da ne yazık ki içinde yapılacaklar benim için çok kısıtlıydı. Sürekli drift yap, git bilmem kimle hız yarışı yap derken tıpkı konsol modelinde olduğu gibi PC versiyonundan da kısa sürede sıkıldığımı fark ettim.
Aradan çok da uzun süre geçmeden driftlerle üzerimize gelen yeni yapım, PC platformunun tüm nimetlerinden yararlanmış gibi gözüyor. Bir kere konsollarda görmesi biraz zor olan 4K çözünürlük opsiyonu bile görüntünün çok daha fantastik görünmesine sebep oluyor. Ayrıca grafik optimizasyonları üzerinde de çalışıldığı belli. Konsollara kıyasla baya fark olduğunu net bir şekilde söyleyebilirim. Genel olarak menü üzerinde bir oynama yapılmış ama konsoldakinden çok da büyük bir fark göremedim.
Yani aslında bakacak olursanız PC versiyonunda bu saydıklarım haricinde çok da büyük bir değişiklik bulunmuyor.
Aslında sorun PC versiyonunda da değil en sevdiğim okur; serinin kendisinde. İlk oyunundan beri o ya da bu şekilde deneyim etmeyi başardığım NFS serisinin artık tükendiğini söylemek zorundayım. Benim için NFS’nin son iyi oyunu Underground 2’ydi. Most Wanted ile son bir deneme yapıldı ama kalan oyunlar hep birbirinin aynısıydı diye düşünüyorum. Umarım yapımcı ekip Forza gibi oyunların neler yaptığına biraz daha yakından bakar ve kendisini olumlu yönde geliştirir.
Solarix
70-80’lerde doğduysanız eğer, sıkça maruz kaldığınız bir hikâyedir bu. Bir gün yapay zekâ eline sopayı alacak, insanları köleleştirecek, intergalaktik savaşlar çıkacak ve bir zamanlar “Ya gelirlerse” diye korktuğumuz uzaylıları görsek, boyunlarına sarılıp ağlayacak hale geleceğiz… Tam olarak böyleydi, değil mi?
Gel zaman git zaman, bazı bilim kurgu filmlerinde bizlere gösterilenin aksine, 2015 yılında yapay zekâ halen kontrol altında gibi gözüküyor. Bu zinciri kırmak için bazı çabalar elbette ki söz konusu, her biri de kısa zaman içinde korkunç sonuçlar vermeye başladı. DARPA’nın Atlas adlı, şimdiye kadar üretilmiş en gelişmiş yapay zekâya sahip olduğu düşünülen robotu, daha çayını bitirmeden insanlığı yok etmekten bahsetmeye başladı mesela.
Daha bunun şokunu atlatamamışken, bir şok da Microsoft cephesinden geldi. Microsoft’un müşteri hizmetlerini geliştirmek için geliştirdiği, bir genç kız gibi konuşan ve davranan yapay zekâ “Tay”, yirmi dört saat içinde Trump destekçisi, ensest ilişkilere meraklı, neo-nazi bir seks robotuna dönüştü. Microsoft da haliyle Tay’ın fişini çekti.
Konuyu bağlayalım; isim olarak çok sevdiğim bir bilimkurgu filmini (Solyaris) andıran Solarix, füturistik bir stealth-action oyunu. Barış Tarımcıoğlu’nun liderliğini yaptığı üç kişilik Pulsetense Games tarafından geliştirilen ve Türkçe altyazı desteğiyle gelen Solarix, geçtiğimiz yıl Steam’e giriş yapmıştı bazılarınızın hatırlayacağı üzere.
Şimdi zamanı biraz ileri alalım. Geçtiğimiz Gaming İstanbul fuarı sırasında görüştüğümüz Barış Tarımcıoğlu, bize Solarix’in neden ülkemizde yeterince tanıtılamadığından, yaşadığı aksaklıklardan, Solarix’in eksikliklerinden ve oyun geliştirmenin, hele hele ufak bir ekiple geliştirmenin zorluklarından bahsetmişti, elbette aklındakilerden de.
Solarix ve yeni projesi De-Void hakkındaki ilk bakış yazımızı LEVEL’ın Nisan sayısında okuyabileceksiniz.
Öncelikle Solarix’i tasarlarken kolay bir yoldan gitmemenin tüm zorluklarıyla karşılaşmış ekip, zira Solarix, eğer oynadıysanız fark edebileceğiniz gibi, öyle küçük bir ekiple üstesinden gelmesi kolay bir konsept değil. Bir sürü teknik detaya girmeden anlatmanın hayli zor olduğu sebeplerden dolayı, 2-3 kişi bir oyun yapmak istiyorsanız kaçınmanız gereken ilk türlerden biri, normal bir FPS veya keşif/macera oyununa kıyasla çok ciddi hesaplamalara ve yapay zekâ kodlarına ihtiyaç duyan Stealth-Action. Peki Solarix’in geliştiricisi bu zorlukların ne kadar üstesinden geldi, geçen bir yılda oyunu ne kadar kafalarındaki şekle sokabildi, gelin oyuna “aheste” bir inceleme yapalım.
Solarix gelecekte, uzayın ırak köşelerinde geçen bir oyun ve kahramanımız Walter da ters giden genetik çalışmaların ardından hayatta kalan tek “denek”. Oyuna başladığımızda bir odada tek başımıza uyanıyoruz ve hemen fark ediyoruz ki ortalık hayli dağılmış durumda. Kontroller konusundaki kısa bir tutorial’ın ardından terk edilmiş gibi duran koridorlarda ilerlemeye başlıyor ve ilk notları, ilk ses kayıtlarını buluyoruz. Kısa zamanda anlayabileceğimiz gibi uzak evrende yer alan bu uzay üssü, keçileri kaçırmış bir yapay zekâ tarafından demir yumrukla yönetilmekte ve biz de bu yapay zekânın muhafızlarının öncelikli hedefiyiz.
Bu noktada içinizi rahatlatmadan bir iki şey daha söyleyeyim, öncelikle siz asker değil; mühendissiniz. Haliyle, öyle elinize gatling gun’ı alıp üssü birbirine katmayı hayat ediyorsanız hayal kırıklığına uğramanız olası. Yapabileceğiniz tek şey gölgelerde saklanmak ve zekânızı kullanmak. Elbette oyunda FPS öğeleri mevcut ve bazı silahlara ulaşabiliyorsunuz. Ancak bu silahlar “su tabancası” kıvamında ve mermi sayınız da o kadar kısıtlı ki, bazen düşmanınızın merminiz bitmeden ölme ihtimali, genzine su kaçırıp tıkanması neticesinde nalları dikme ihtimaline denkmiş gibi geliyor.
Oyunun büyük kısmını ördek yürüyüşü ile ses etmeden, gölgelerde geçireceksiniz demiştik. Ancak ilk bölümlerden itibaren fark edebileceğiniz üzere bazı yerler semtinizdeki favori halı sahanız kadar aydınlatılmış durumda. Bu durumda ne yapıyorsunuz, yanınızda taşıdığınız oklar veya tabanca yardımıyla ışık kaynaklarını kırarak, aradan sızabileceğiniz kadar loş, romantik bir ortam yaratıyorsunuz. Bazen bu da yeterli olmuyor ve düşmanınızın dikkatini başka yöne çekmeniz gerekiyor.
Oyun boyunca onlarca not / ses kaydı bulacak ve olan bitenin hikâyesini de bunlardan öğreneceksiniz. Pulsetense Games, bu oyunu yaratırken pek çok oyun ve bilim kurgu eserinin kolajını yapmış gibi aslında. Oynanış ve tırlatmış yapay zekâ fena halde System Shock’a benzerken, atmosfer de Event Horizon ve Stasis’i andırıyor.
Unreal Engine 3 ile tasarlanan oyun grafiksel açıdan gayet başarılı bir noktada. Mekân tasarımları tekdüze değil ve yaratılmaya çalışılan karanlık atmosfere de çok güzel uyum sağlamış. Oyunda bazı bug’ları bir kenara bırakırsak beni en fazla rahatsız eden şey ise hızlı kayıt özelliği olmaması oldu. Belli ki oyunu Xbox One için de piyasaya sürmeyi planlayan ekip, tercihini checkpoint sisteminden yana kullanmış.
Oyunda yapay zekânın bazı problemleri olsa da yeterince zorlayıcı olduğunu söylemek gerek.
Elbette az kişiyle oyunun geliştirilmesinin ve yetersiz kaynakların kaçınılmaz sonucu, grafiksel ve işlevsel bug’lar. Mesela oyunun başında üç adet sandığı üst üste koymam, bir yerlerde takılıp kalmam neticesinde birkaç dakika sürdü. Aynı şekilde bir süre sonra bu sandıkları yerinden kaldıramadığımı da farkettim. Oyun çıktığında çok ciddi sıkıntı yaratan kayıt dosyasının bozulması problemini ise ekibin çıkarttığı son güncellemeler neticesinde hiç yaşamadım.
Oyunun uzunluğu 7-8 saat kadar ve bu süre içinde sizi en fazla zorlayan şey de kendinizi göstermeden bir yerlere sızmaya çalışmanız olacak, zira bulmacalar hayli kolay.
Solarix gelişmeye, kendi yolunu çizmeye çalışan bir yapım ve üzerinde çok ciddi bir emek harcanmış. Eğer türü seviyorsanız, 250 kişi tarafından geliştirilen bir AAA yapımla karşı karşıya olmadığınızın farkındaysanız ve bazı aksaklıkları hoş görebilecekseniz, Solarix hayli iyi vakit geçirebileceğiniz bir yapım.
Slain!
Önümüzde birkaç senedir sürmekte olan bir nostalji fırtınası var. Oyunlar da bu akımdan etkilenmiş durumda ki buna kesinlikle karşı değiliz. Ortaya iyi yapımlar çıktığı sürece ben mutluyum açıkçası.
Bu süreçte nostalji akımını fazlasıyla iyi kullanan oyunlar oldu, bazıları çoktan efsaneleştiler bile. Bu oyunlar eski zamanların hissini, görsellerini ve oynanışını alıp, üzerlerine yeni fikirler koyup, oyuncuları hem geçmişe götürdüler hem de daha önceden yaşamadıkları deneyimler yaşattılar. Braid, Machinarium, Super Meat Boy, Hotline Miami gibi oyunlar bu akımı doğru uygulayan yapımlara örnekler. Zaten her biri de bağımsız oyun denilince ilk akla gelenlerden.
Bir de bu akımı çok iyi kullanamayan ve doğrusunu söylemek gerekirse biraz kolaya kaçan yapımlar oldu. Sırf piksel görsel furyasını arkasına alıp piyasaya çıkan ama içi boş olan pek çok oyun var ortalıkta. Böyle demek istemezdim ama Slain de ne yazık ki böyle bir örnek.
Oyunu ilk defa Kickstarter’da gördüğümde çok etkilenmiş ve heyecanlanmıştım. Çünkü görselleri gerçekten çok iyi. Hem 80 ve 90’ların Heavy Metal ruhu oyuna çok iyi yansıtılmıştı hem de animasyonlar çok akıcı ve etkileyiciydi. İnternet’ten rastgele olarak oyunun herhangi bir görüntüsüne baktığınızda veya videosunu izlediğinizde sizin de aynı şeyi hissedeceğinize eminim.
Gerçekten inanılmaz bir atmosfer var. Bunun üzerine metalle karışık yarı folk yarı epik müzikler eklenince de her şey çok etkileyici duruyordu. Taa ki ne zamana kadar? Oyuna başlayıp herhangi bir tuşa basana kadar.
Ne yazık ki oyunun klayve kontrollerinde lag var ve bu yüzden şu aşamada gamepad şart. Ayrıca atmosfere gösterilen özenin yarısı oyun mekaniklerinde ve kontrollerde hissedilmiyor. Eski zamanların hissini yaşatmak farklı, eskimiş ve paslanmış bir oyun üretmek farklı. Klayve lag’i öyle kötü durumda ki sanki oyun test edilmeden veya kontroller doğru şekilde ayarlanmadan piyasaya çıkmış gibi.
Bir de, oyun yukarıda saydığım bağımsız oyunların doğru yaptığı “yeni yaklaşımlar getirme” kısmını da es geçmiş. Oyun mekanikleri çok sınırlı. İlgi çekici herhangi bir şey yok. Düşmanlarınıza sadece kılıç sallıyor veya uzaktan büyü atabiliyorsunuz. Mesela Castle Crashers da bu kadar sınırlı mekaniklerden oluşan bir oyun ama yaptığı az şeyi o kadar iyi uyguluyor ki başından kalkılmıyor. Slain’de ise her şey ne yazık ki çok düz ayak.
Oyunu oynarken en çok şunu sordum kendime: Ben Slain’i oynayacağıma onun taklit ettiği ve hala daha hiçbir eksiği olmayan Castlevania veya Contra gibi klasikleri neden oynamıyorum? Taklit ettiği diyorum çünkü ilham alıp bir akımın takipçisi olmak ile o akımdan beslenip üzerine hiç birşey koymamak farklı şeyler.
Büyük bir metal kültürü takipçisiyseniz ve sabah akşam Castlevania oynamaya doyamıyorsanız Slain ilginizi çekebilir. Aksi takdirde ancak indirime girdiğinde veya bir bundle içerisinde satıldığında oynanacak bir oyun ne yazık ki.
Devil Daggers
Son yıllarda çıkan büyük yapımlarda sizlere eksik gelen bir şeyler var değil mi? Bütün o grafikler, online özellikler ve reklamlar arasında yapımcılar aslında çok temel olan bir şeyi kaçırmıyor mu sizce de?
İşin garibi es geçilen bu özellik sadece video oyunları için değil, bütün oyunlar için geçerli. O da şu: Beceri faktörü.
Evet, hepimiz bir oyunu oynadığımız zaman bir şeyleri başardığımızı hissetmek isteriz. Günümüzdeki oyunlar (Yine tekrarlıyorum özellikle büyük yapımlar ve FPS’ler) herkese hitap edebilmek ve satış sayılarını artırmak için, artık oyuncuyu hiç zorlamayan, neredeyse kendi kendini oynayan yapımlar haline geldi.
Şunu yanlış anlamayın, bir oyunun basit olması ve öğrenilmesinin kolay olması kötü bir özellik değil. Aksine bu iyi bir şey. Fakat öğrendikten sonra oyuncuya iyi kötü kendini deneyebileceği bir alan tanınmalı. Bir bölümü geçtiğimiz zaman, oyunu anlamış olduğumuzu ve öğrendiklerimizi doğru uyguladığımızı hissetmek isteriz. Kısacası başarmak ve bunun haklı tatminini yaşamayı bekleriz. Bu anlamda yapımcılar kullanıcı dostluğu ile kolaya kaçma arasındaki ince çizgiyi tutturamaz oldular.
Neden böyle bir giriş yaptım? Çünkü şu anda inceleyecek olduğum Devil Daggers tam bu noktaya, oldukça doğru bir şekilde değiniyor. Çok basit ve tek bölümden oluşan bu oyun, bildiğiniz gibi çok ses getirdi. Peki neden? İşte tam yukarıda yazmış olduğum sebepten dolayı. Devil Daggers basit fakat oynayan kişinin becerilerini geliştirmesini bekleyen bir oyun. Sırf bu yüzden de bağımlılık yapıyor.
Oyun çok basit, yani o kadar basit ki anlatamam. Tek bir bölüm var. Bölüm bile denemez belki bir arena demek daha doğru. Bu arena çok büyük bir alan değil ve kenarlarından düşerseniz ölüyorsunuz. Karşınıza sonsuz düşman çıkıyor. Quake ve Doom’un tasarımlarını andıran bu cehennemden çıkmış yaratıklar, özellikle bu eski oyunlara benzetilmiş. Çünkü oyun, o zamanların hissine sahip ve Quake ile Doom’un çok başarılı mekanikleri üzerine kurulu.
Düşmanlarınızın fırlattığı şeylere temas etmeniz halinde ölüyorsunuz. Tek silahınız da attığınız hançerler. İşte oyun bu kadar. Bundan sonrası ne kadar fazla hayatta kaldığınıza ve kendi rekorunuzu geçmenize bağlı. Bu ne kadar zor olabilir ki demeyin. 1 dakika boyunca hayatta kalabilmek için oyunu belki defalarca oynayacaksınız. Hatta oyunu oynayan 32.690 oyuncunun ortalaması şu anda 48 saniye. Bunu başarmak için de neredeyse 4 buçuk milyon kere ölmüş bu talihsiz oyuncular. Oyuna başladıktan sonra bu sayıya sizin de büyük bir katkınız olacağına eminim.
Son olarak bir şeyi daha eklemek istiyorum. Oynanışların yerlerde süründüğü, saniye başına düşen kare hatalarının bolca olduğu FPS’lerden öyle yorulmuşum ki Devil Daggers ilaç gibi geldi.
Kısacası nerede o eski FPS’ler ve Quake’in adrenalin hissi diyorsanız doğru oyundasınız. Çıldırmaya hazır olun
10 Şubat 2016 Çarşamba
Payday 2
Herkes gibi ben de oyunu ilk gördüğüm andan bu yana The Dark Knight filmiyle özdeştiriyorum kendisini. Hoş, yılların vazgeçilmez soygun maskesi palyaçoyu çok öncelerden beri biliyorduk ama sonuçta güncel olan akıllarda kalıyor. Payday ilk olarak 2011 yılında Overkill Software tarafından geliştirilmişti ve Sony Online Entertainment tarafından dağıtılmıştı. Diessel Game grafik motoruyla bezenmiş olan yapım, bolca aksiyon içeriyordu. Serinin yeni oyunu Payday 2 ise yine Overkill tarafından beğenimize sunulmuş durumda. Aksiyonun bir an bile peşimizi bırakmadığı yapımda, bolca soygun gerçekleştiriyoruz; hatta tek amacımız, birbirinden farklı soygunlar gerçekleştirmek!
Payday 2’yi dilersek Crime.net Offline modu üzerinden, hiçbir şekilde başkalarına bağlı kalmadan, yapay zekâ kontrolündeki takım arkadaşlarımızla oynayabiliyoruz ama oyunun bu şekilde hiçbir anlamı olmuyor. Bir, yapay zekâ bildiğin çöp, iki, her şeyi kendi başımıza yapmak zorunda kalıyoruz. Bu yüzden internet bağlantınız olmadan bu oyunu deneyim etmenin bence hiçbir anlamı bulunmuyor. Online ortamlara akmak içinse ana menüde bulunan Crime.net kısmına giriş yapmamız gerekiyor. Karşımıza çıkan devasa harita içerisinde girişebileceğimiz onlarca görev bize göz kırpıyor. Görevleri seçmeden önce ilk olarak zorluk seviyelerine bakmamız gerekmekte. Zaten kolay mı, zor mu, imkânsıza yakın mı, yazıyor. Çok iyi bir ekiple zor görevlere dalsak bile, aşırı güçteki düşman birlikleri yüzünden genelde sonumuz hüsran oluyor ki bir süre sonra oyundan atılmamız işten bile değil. Buraya aynı zamanda Safe House kısmında da ulaşabiliyoruz. Oyuna ilk girdiğimiz anda Safe House’a gidip gitmek istemediğimiz soruluyor ve vereceğiniz cevabın “evet” olması gerekli zira buradaki tanıtım görevlerini yapar yapmaz bir miktar yetenek puanına kavuşuyoruz. Heist’ler, yani farklı hırsızlık görevleri de kendi içinde 10’a ayrılmış durumlar. Zaten oyunun en kuvvetli olan kısımlarından birisi de bu farklı görev seçenekleri. Jewelry Store’da içerisine daldığımız bir dükkânı yağmalıyor, Bank Heist’da banka içerisine girdikten sonra insanları rehin alıp akabinde kasayı delmeye çalışıyoruz.
Bu ve bunun gibi 10 adet farklı görev olmasıysa oynanabilirliği önemli ölçüde arttırmış durumda. Görevlerden bazıları gerçekten kolay ve doğru yeteneklerle tek başımıza bile tamamlayabiliyoruz ama genele bakacak olursak, yapay zekâ harici bir takım şart. Fazlasıyla koordine olunması gereken o kadar çok şey var ki. Misal, bazı görevlerde tamamen sessiz olmamız gerekiyor. Fakat sessizlik de yetmiyor. Bunu sağlamak için ekipten birisinin soygun yapılacak olan binanın güvenlik kamerasına bağlı kalması lazım. Böyle olduğu zaman içerideki tüm düşman birimleri, kırmızı hatlarla kendilerini gösteriyorlar. Eh malum, içerideki ekip de gönül rahatlığıyla hareket edebilir hale geliyor. Yine de düşmanlarımız hiç de azımsanacak durumda değiller, en azından takım arkadaşı yapay zekâdan bir hayli üstün. Etrafta duydukları her sese kulak veriyorlar ve imleç üzerindeki ses payımız arttıkça, daha detaylı bir aramaya çıkıyorlar. Eğer bir defa görülürsek ve alarm verilmesini engelleyemezsek, bir süre sonra mekânı polis basıyor. Bu esnada görevi tamamlamak halen mümkün kılınmış ama amacımıza ulaşıp belirli bir süreyi içeride geçirmemiz gerekiyor. Ancak oyun bize “toplanma noktasına gidebilirsiniz” dediği zaman görevi tamamlayabiliyoruz ki bu, oyunun geneline hâkim olan ana yapı. Bir diğer durum rehinelerle alakalı… Bastığımız bir banka ya da mekânda eğer rehine bulunuyorsa olabildiğince hızlı bir şekilde kendilerini yakalamamız gerekmekte. Aksi halde mekânı anında polis basıyor ve görevi yerine getiremeden üzerimize yağmaya başlıyorlar. Yani görevler öyle kısa değil; sadece bir banka kasasını açmak üzere yerleştirdiğimiz matkabın işini bitirmesi, genelde üç – dört dakika sürüyor. Bu esnada matkap ısınıyor ve kendisini bir defa daha çalıştırmamız gerekiyor. Anlayacağınız Payday 2’de gerçek hayattakine benzeyen bir hırsızlık mantığı var ve yeterince hırsız – polis filmi izlemiş insanlar olmak şart.
Karambol dolu hırsızlıklarımızı gerçekleştirirken, bize yardımcı olacak dört adet yetenek ağacı mevcut. Mastermind, Enforcer, Technician ve Ghost olarak bölünmüş olan yeteneklerin her birisi farklı bir mantığa dayanıyor. Mastermind, tamamen destek sınıfı. Özellikle düşenleri kaldırmakta başı çekiyor ki Payday 2’nin birazcık bile zor görevlerinde herkes patır patır dökülüyor. Daha çok saldırmaya inanıyorsanız, o zaman da Enforcer’a yönelmeniz gerekmekte ki bu sınıf saf saldırganlık içeriyor. Technician, az önce bahsettiğim güvenlik kamerası hack’lemede ve normalde açılamayan yerlerin kolaylıkla açabilmesinde ön plana çıkıyor. Ghost ise benim favorim; olabildiğince sessizliğe dayalı oyun yapısının yanı sıra menzilli silah kullanımında ondan iyisi yok. Temelde bölümler esnasında her sınıftan adama ihtiyaç olduğu kesin ama Payday 2’de tek bir sınıfa kilitlenip kalmak zorunda değiliz! Her yeni seviye atladığımızda, bir adet yetenek puanı kazanıyoruz. Kazandığımız puanlarıysa dilediğimiz gibi dağıtmakta özgürüz. Biraz Enforcer, biraz da Ghost olmak mümkün ama ilerleyen yetenekler, birden fazla yetenek puanı istediği için karakter geliştirirken çok da dağılmamak lazım. Ha, bir de her yetenek için belirli miktarda para ödememiz şart. Zaten oyunda her görevden binlerce Dolar kaldırıyoruz ve bunun bir miktarı yeteneklere, kalanıysa silahlara gidiyor.
13 adet birincil silah bulunan yapımda, kendilerine ulaşmak için önce gerekli Reputation’a ulaşmamız gerekiyor. Reputation 4 olduğu zaman CAR-4 Rifle ve AK Rifle açılıyorken, Mosconi 12g Shotgun gibi ağır hasar veren silahlar ancak Reputation 39’da açılıyor. Fiyatlar başlangıçta 40.000 Dolar civarıyken, ilerleyen seviyelerde bu miktar 550.000 Dolar’a kadar çıkıyor. İkincil silah kategorisinde yine 13 adet silah bulunuyor. Merminin takım arkadaşları tarafından sağlanamadığı anlarda, sadece düşmanlardan düştüğünü hesaplarsak, onların ne kadar değerli olduğunu çok daha iyi anlarız. Payday 2 bunu bana çok iyi anlattı vallahi.
Düşman birliklerine baktığımızdaysa karşımıza ilk olarak güvenlik görevlileri çıkıyor. Kendilerini alt etmek bir hayli kolay ama akabinde polisler devreye giriyor. Eğer işimiz biraz daha uzarsa sıra zırhlı polis birimlerine geliyor. Kendilerini öldürmek bazen çok zor olabiliyor. Polis birliklerinin en can alıcı noktası, eğer kapalı bir alandaysak düzenli olarak içerisinde bulunduğumuz mekâna bir sağdan, bir solda dalıyor olmaları. Özellikle deneyimli ekipler, önden basıyor gaz bombasını, sonra taraya taraya giriyor içeriye ve burada da oyunun en zayıf yönü ortaya çıkıyor çünkü düşman birlikleri bir hayli aptal. Siper alıyorlar almalarına ama sürekli hareket halindeler ve rahat bir şekilde vurulabiliyorlar. Bir bölgenin içerisine daldıkları zamansa ne yapacaklarını pek bilmiyorlar. Hele girdikleri yeri yakalarsanız bittikleri andır; sıradan hepsi keklik gibi avlanıyor. Fakat mesafeli atışlarda acımıyorlar, onu da diyeyim. Bir diğer sorun da grafik kalitesinde. Hele oyunu PC’de deneyim ederseniz, konsoldan devşirme olduğunu anında anlayacaksınız. Yine de Payday 2 şimdiden adını bu yılın en iyi co-op oyunu olma konusunda listeye net bir şekilde yazdırmış durumda. Karakterleri geliştirdikçe keyiflenen oyun yapısı ve biz ilerledikçe açılan daha zor görevler ile iyiden iyiye eğlenceli bir hal alıyor.
Game Dev Tycoon
Yıllardır ayıla bayıla oyun oynuyorsunuz bıkmadan, usanmadan; hatta bıraksalar kendi oyununuzu yapacaksınız ve içinizden bir ses dünyanın en iyi oyununun o oyun olacağını söyleyip duruyor. Bir oyun yapmanın ne demek olduğu konusunda en ufak bir fikriniz var mı acaba? PC’nin ilk filizlerini verdiği yıllardan bu yana oyun dünyasının nasıl bir süreçten geçtiğine yine oyun oynayarak tanık olmak ister miydiniz peki? Evet… Bu iki sorunun cevabı, kısmen de olsa Game Dev Tycoon’da yatıyor.
Game Dev Tycoon, sizi PC devriminin ilk yıllarına götürüyor ve sonraki 35 yıla tanıklık etmenizi sağlıyor. Bu süreçte tüm oyun tarihini resmen bir özet olarak yaşıyor ve bizzat bir oyun firması olarak yer alıyorsunuz. Bir nevi zaman makinesindesiniz yani ve bu zaman makinesi, sizi o en sevdiğiniz boyutta tutuyor sadece.
Game Dev Tycoon, sizi PC devriminin ilk yıllarına götürüyor ve sonraki 35 yıla tanıklık etmenizi sağlıyor. Bu süreçte tüm oyun tarihini resmen bir özet olarak yaşıyor ve bizzat bir oyun firması olarak yer alıyorsunuz. Bir nevi zaman makinesindesiniz yani ve bu zaman makinesi, sizi o en sevdiğiniz boyutta tutuyor sadece.
Oyunlarla ilk tanıştığım yıllardan beri benim de bir oyun yapma hayalim vardı tabii ki ama kendimi hiç bir şirket patronu olarak görmemiştim. O yüzden şirketime isim bulmakta pek zorlandım ama nihayetinde “Shelter Games” kuruldu. İlk oyunum “Untouchables”, bir aksiyon oyunu olarak otoritelerden ortalama puanlar aldı ve beni cesaretlendirdi. Şu sıralar dünyanın en iyi oyunlarından birini yapmış ve paranın gözüne vurmuş durumdayım. En ünlü otoriteler, 10 üzerinden 10 vermiş oyunuma. (Oyuna isim vermeyi unutmam ve piyasaya “Game #8” olarak çıkması da ayrı bir hikâye…) Ofisimi genişlettim çok şükür ve ilk elemanımı da kadroma dâhil ettim. Piyasaya Sega Game Gear yeni yeni çıkmış, ortalık kaynıyor, yepyeni oyunlar üretiliyor, önümde parlak bir gelecek var ve her şeyden önemlisi, sevdiğim işi yapıyorum!
En ünlü şirketler gibi siz de kariyerinize küçük bir garajda, tek başınıza başlayacaksınız. İlk oyununuz için elinizde kısıtlı imkânlar olacak ama kim bilir, belki de bu imkânlarla harikalar yaratacaksınız. Basit bir mantığa dayanıyor oyunun temeli. Bir yandan elinizdeki teknolojiyi adım adım geliştirirken, diğer yandan bu teknolojileri kullanarak yeni oyunlar tasarlıyor ve piyasaya sürüyorsunuz. İlk aşamada oyununuzun ismi, türü, hangi platformda yer alacağı gibi temel özellikleri belirliyorsunuz ki bu aşamada doğru kombinasyonları bir araya getirmeniz çok önemli. Mesela bir “werewolf” temasını, “simulation” türüyle bir araya getirmek pek mantıklı sonuçlar doğurmayacaktır. İlerleyen üç aşamada oyununuzun hangi yönlerden baskın olacağını belirliyorsunuz ki bu aşamada o kadar güzel ve enteresan detaylar var ki…
Design ve Technology puanları temel puanlarınız oyunun gelişim sürecinde ortaya çıkan bug’ları da son aşamada temizlemeniz lazım ki oyuncular tarafından kulağınız çınlatılmasın. Oyununuz bittiğinde ve piyasaya sürüldüğünde otoritelerden puanları topluyorsunuz ve satış rakamlarınız, dolayısıyla kazancınız bu puanlar doğrultusunda yükseliyor veya düşüyor. Yaptığınız oyunu analiz etmek, yeni oyun türleri ve teknolojiler geliştirmek, hatta kendi grafik motorunuzu icat etmek ve geliştirmek bile mümkün. Tabii ki tüm bunlar olup biterken bir yandan oyun dünyası gelişiyor. Yepyeni platformlar birer birer patlak veriyor ve bu hızla gelişen, üreyen piyasada tutunmaya çalışıyorsunuz. Oyunun beni en çok yakalayan yanı, zamanını sallayan o müthiş teknoloji devlerinin isimlerinin şifreli telaffuz edilmiş olması oldu. Bakın, şimdi size aklıma gelenleri sıralayayım ki bunların karşılıklarını çıkarmanız hiç de zor olmayacak, emin olun. PC’yi hepiniz tanıyorsunuz zaten ama Govodore G64 nedir abi? Peki ya Ninvento ve Dinkey King?
Bir süre sonra sürekli yeni oyun yapma zorunluluğu az da olsa sıktı beni ama çok eğlendiğimi söyleyebilirim. Harika bir simülasyon duruyor karşınızda ve kendisi bir bağımsız oyun olduğu için cüzi bir miktar çıkacak cebinizden. Hem oyun dünyasının geçtiği süreçleri de bizzat yaşamak istersiniz, değil mi?
Assassin’s Creed IV: Black Flag
Her dönemde, kendine yer etmiş ve adını ziyadesiyle duyurmuş birçok farklı oyun bulunmaktadır. Özellikle devam yapımları gelen isimler, dönüp geçmişe baktığımızda, tek başına kalmış oyunlara göre çok daha fazla bilinir. Buradaki esas önemli kısım, özellikle 90’lı yıllarda üretilen yapımların devam oyunlarının, ilkini oyunu katbekat sollamasıdır. Günümüzdeki yapımlarda bu mantık, artık yok denecek kadar az ki zaten çok az miktarda seri 2000’lere damgasını vurabildi. Şimdi hepsini tek tek saymayacağım ama oyun sektörünün geneline baktığımız zaman, üretilen oyunlara hesapla bilinenler, resmen bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az gibi görünür. İşin benim için en önemli boyutuna gelecek olursak, tıkanan oyun yapılarına renk getirmektir. İşte Assassin’s Creed serisi, ilk oyununda bunu başardı. Zaten bilenen bir türü öyle bir şekilde bize geri sundu ki ne yapacağımızı şaşırdık. Hiç kimsenin aklına bile gelemeyecek büyüklükte bir Kudüs ile karşımıza çıktı ilk oyun. Tamamen canlı bir şehir ve aslında bu şehrin karanlık tarafının da olduğunu bize deneyim ettiren bir oyundu. Akabinde kendimizi İtalya’da bulduk, sonra da bir anda Amerikan İç Savaşı’na karıştık. Şimdiyse rota çok daha farklı bir yerde, 1715 yılında… İçinde bulunduğumuz yıl, Sanayi Devrimi gerçekleşinceye kadar geçecek olan sürenin en kritik dönemlerinden biri zira uzun süredir devam eden Portekiz, İspanya, Hollanda ve İngiltere ve Fransa gibi dönemin dev güçlerinin denizler üzerinde hâkimiyet kurma çabalarının bir anlaşmayla sona erdiği dönemden sonra geçer. Böyle anlatınca çok bir şey ifade etmiyor belki ama düşünün, yıllarca denizlerde savaşmışsınız ve bölge ele geçirmek için kim bilir ne çeşit insanlar ve organizasyonlarla birlikte çalışmak zorunda kalmışsınız. Daha da önemlisi, kim bilir kaç bin insan -tıpkı günümüzde olduğu gibi bu savaşlardan ekmek yiyordu. (Emin olun çok fazla!) Anlaşma yapan dev güçlerin ardından resmen işsiz kalan farklı bir zümre insan, soluğu tepkilerini koymak için bu devlere savaş açmakta alıyor. Bizim için önemli olan tarihi bilgiyse korsan ittifakının varlığı ve bu insanların kısa zamanda Karayipler’de yaşamaya başlamaları olacaktır. Gerisini siz bana bırakın…
Yelkenleri indirin!
Oyuna başladığım anda, kendimi bir geminin içinde buldum. Resmen kaptanlığını üstlendiğim gemiyle karşımda bulunan düşman birliklerine karşı savaşamam gerekti. Her ne yaptıysam onları bir türlü yenemedim ki meğer senaryo böyleymiş, nereden bileyim. Bendeki iddialı oyuncu beyni, illa kazanacak! Uzun lafın kısası, oyun gemi savaşıyla açılıyor ve bir süre sonra havaya uçuyoruz. Karaya çarptığımız anda, kendimizi yanımızda yeni bir gemi inşa etmemiz ve bulunduğumuz yerden kaçmamız için her şeyi ama her şeyi yapacak kaptanla yatar halde buluyoruz. Bu dakikadan sonra Edward Kenway’in kontrolü elimize geçiyor. Kaptan birazcık sinirli ve hatta öyle ki eğer silahında mermi olsa çoktan ölmüştük. Neyse, o kaçıyor, biz kovalıyoruz ve içine sıkıştığımız adadan bir şekilde kurtuluyoruz. (Spoiler geliyor! Söylemem lazım hemen yoksa olayların arkasındaki mantık oturmaz kafalarda.) Adada yapacağımız görevlerden ziyade, bizim işimiz kaptanla. Kendisi bir Templar ve biz de tüm bu büyük resimdeki suikastçıyız. Pek planlandığı gibi gitmese de nihayetinde onu öldürmek zorunda kalıyoruz. Bu dakikadan sonra artık klasik korsan kıyafetlerine sahip olan Edward Kenway değiliz. Kim olduğumuz da birazcık sır kalsın da siz oyunun başına oturduğunuzda öğrenin. Şimdi sırada, adım attığımız yerlerde tanınmamaya ve başka bir insanın adıyla işlerimizi yürütmeye geliyor. Bu arada yapacağımız ilk iş, Templar’ların arasına girmek. Nasıl girdiğimizi merak edenler için ufak bir not düşeyim. Kaptanı öldürdüğümüz anda onun üzerinden bir mektup çıkıyor ve mektupta uzun süredir beklendiğimiz yazıyor, beraberimizde de özel bir eşya taşıyormuşuz. Bizi ilgilendiren kısımsa uzaktan uzağa haberleşen gizli örgütün her üyesinin birbirini tanımıyor olması ve ancak denk gelirse, o da yıllar içinde bir defa birbirini görebilme ihtimali. Edward da bu detayı yakaladıktan sonra elinden geldiğince kaptan rolüne soyunuyor ve olaylar bu şekilde devam ediyor. Konu hakkında daha fazla konuşarak tadınızı kaçırmak istemiyorum ama ortalama bir saatlik oyun deneyimimizden sonra zaten yakayı ele veriyor ve oyuna tam anlamıyla ancak kendi tayfamızı oluşturmaya çalıştığımız görevle başlıyoruz. Tamam, sustum, başka spoiler yok! Sadece oyunun başlamasının düşündüğünüzden daha fazla süreceğine değinmek istedim. Yapımcı ekip bu sefer daha farklı bir sunumda bunlunmuş anlayacağınız; aksiyon dolu bir girişin ardından tam olaylar şekilleniyor derken, bambaşka bir maceraya atılmak. Yani keşke bu kadarla sınırlı kalsa oyunu üç – dört saat oynadıktan sonra anlayacaksınız esas macerayı. Ha, bu arada değinmek isterim ki her AC oyununda olduğu gibi envaiçeşit yan görev ve yapılacaklar kısmı Black Flag’de de kendisine yer bulmuş durumda. Eğer direkt olarak senaryoya saldırırsanız, olaylar çok daha hızlı şekillenecektir. Fakat benden tavsiye, bu oyunun tadını çıkarmak için etrafınızda beliren tüm görevleri yapmaya çalışın. Hele hele deniz görevlerini yapmadan bu oyunu bitirdim diye bir şey söylemek yalan olacaktır.
Oyuna başladığım anda, kendimi bir geminin içinde buldum. Resmen kaptanlığını üstlendiğim gemiyle karşımda bulunan düşman birliklerine karşı savaşamam gerekti. Her ne yaptıysam onları bir türlü yenemedim ki meğer senaryo böyleymiş, nereden bileyim. Bendeki iddialı oyuncu beyni, illa kazanacak! Uzun lafın kısası, oyun gemi savaşıyla açılıyor ve bir süre sonra havaya uçuyoruz. Karaya çarptığımız anda, kendimizi yanımızda yeni bir gemi inşa etmemiz ve bulunduğumuz yerden kaçmamız için her şeyi ama her şeyi yapacak kaptanla yatar halde buluyoruz. Bu dakikadan sonra Edward Kenway’in kontrolü elimize geçiyor. Kaptan birazcık sinirli ve hatta öyle ki eğer silahında mermi olsa çoktan ölmüştük. Neyse, o kaçıyor, biz kovalıyoruz ve içine sıkıştığımız adadan bir şekilde kurtuluyoruz. (Spoiler geliyor! Söylemem lazım hemen yoksa olayların arkasındaki mantık oturmaz kafalarda.) Adada yapacağımız görevlerden ziyade, bizim işimiz kaptanla. Kendisi bir Templar ve biz de tüm bu büyük resimdeki suikastçıyız. Pek planlandığı gibi gitmese de nihayetinde onu öldürmek zorunda kalıyoruz. Bu dakikadan sonra artık klasik korsan kıyafetlerine sahip olan Edward Kenway değiliz. Kim olduğumuz da birazcık sır kalsın da siz oyunun başına oturduğunuzda öğrenin. Şimdi sırada, adım attığımız yerlerde tanınmamaya ve başka bir insanın adıyla işlerimizi yürütmeye geliyor. Bu arada yapacağımız ilk iş, Templar’ların arasına girmek. Nasıl girdiğimizi merak edenler için ufak bir not düşeyim. Kaptanı öldürdüğümüz anda onun üzerinden bir mektup çıkıyor ve mektupta uzun süredir beklendiğimiz yazıyor, beraberimizde de özel bir eşya taşıyormuşuz. Bizi ilgilendiren kısımsa uzaktan uzağa haberleşen gizli örgütün her üyesinin birbirini tanımıyor olması ve ancak denk gelirse, o da yıllar içinde bir defa birbirini görebilme ihtimali. Edward da bu detayı yakaladıktan sonra elinden geldiğince kaptan rolüne soyunuyor ve olaylar bu şekilde devam ediyor. Konu hakkında daha fazla konuşarak tadınızı kaçırmak istemiyorum ama ortalama bir saatlik oyun deneyimimizden sonra zaten yakayı ele veriyor ve oyuna tam anlamıyla ancak kendi tayfamızı oluşturmaya çalıştığımız görevle başlıyoruz. Tamam, sustum, başka spoiler yok! Sadece oyunun başlamasının düşündüğünüzden daha fazla süreceğine değinmek istedim. Yapımcı ekip bu sefer daha farklı bir sunumda bunlunmuş anlayacağınız; aksiyon dolu bir girişin ardından tam olaylar şekilleniyor derken, bambaşka bir maceraya atılmak. Yani keşke bu kadarla sınırlı kalsa oyunu üç – dört saat oynadıktan sonra anlayacaksınız esas macerayı. Ha, bu arada değinmek isterim ki her AC oyununda olduğu gibi envaiçeşit yan görev ve yapılacaklar kısmı Black Flag’de de kendisine yer bulmuş durumda. Eğer direkt olarak senaryoya saldırırsanız, olaylar çok daha hızlı şekillenecektir. Fakat benden tavsiye, bu oyunun tadını çıkarmak için etrafınızda beliren tüm görevleri yapmaya çalışın. Hele hele deniz görevlerini yapmadan bu oyunu bitirdim diye bir şey söylemek yalan olacaktır.
Deniz, kara, gökyüzü; hepsi bir arada
Olaylara ilk olarak günümüzden başlamak lazım, artık o eski firmayla çalışmıyoruz. (Çizgi romanı okuyanlara da el sallayayım istedim.) Bu sefer hafızalara ziyareti mümkün klan firmanın adı Abstergo Industries ve gördüğüm kadarıyla gereğinden fazla Fransız insanı işe almışlar; hatta bu firma, olayı eskiden olduğu gibi gizli saklı yapmaya da çalışmıyor ve tam tersine hafıza işini resmen müzeye dönüştürmüş. İçinde bulunduğumuz binanın her yanında eski oyunlardan görseller yer aldığı gibi, burayı ziyarete gelen insanlar da bulunmakta. Bölgemiz Sample 17 Studio ve hafıza dışında yaşadığımız dünyaya elimize tutuşturulan bir tabletle geziyoruz. O bildiğimiz soğuk Animus merkezi de artık bir ofise dönüştürülmüş. “Melanie Lemay” isimli kadından gerektiği takdirde “gerçek” hayat hakkında daha fazla bilgi alabiliyoruz.
Dönelim 1715’e. Küba’dayız. İngiliz – İspanyol savaşının en çok etki ettiği ve haliyle en çok konuşulduğu yer burası. Yakalanıncaya kadar da burada kalacağız. Bir sonraki yolcuğumuzsa Nassau’ya olacak. Oyunda zaten birçok ada bölgesi bulunuyor. Küba, Bahama, Panama, Havana, Tortuga, Cayman Adaları ve Florida gibi, ortalamadan çok daha fazla bölgeye sahip. Benim oyunda ilk dikkatimi çeken şey grafik optimizasyonu oldu. Sanıyorum herkesin ilk olarak dikkatini çeken de bu kısımdır. Şimdi yalan söylemeyeyim; günümüzdeki birçok oyunda olduğu gibi, Black Flag yeni nesil odaklı bir yapım zira görüntü yenilenme hızı bir hayli düşük. Özellikle kalabalık savaşlardan çıkıp daha az bölgeyi gördüğümüz bir görüş açısına geçtiğimiz anda aradaki fark kabak gibi ortaya çıkıyor. Yanlış anlaşılmasın, bu bir eksi değil, çoğu firma an itibariyle aynı sorundan muzdarip. (Bakınız, FIFA 14 de yeni grafik motorunu, yeni konsollara saklıyor.) Onun haricinde her şey yolunda. Görsellerde eskiye oranla büyük değişiklikler söz konusu değil. Hala aldığımız yeni eşyalar aynı şeklide üzerimizde beliriyor, binalar hala aynı güzellikte. Karakterimize de mükemmel bir özellik eklenmiş ki bu beni benden aldı. Bugüne kadar çıkmış olan tüm AC oyunlarını bitirmiş birisi olarak en çok muzdarip olduğum “sağa sola dönme” sorunsalı bu oyunla tamamen ortadan kalmış. Artık karakterimiz, ani olarak kendisine yön verdiğimizde inanılmaz insansı bir animasyonla o yöne doğru kayıyor. Yani direkt o yöne dönmek yerine sadece adımını o tarafa doğru alıyor. Bu sayede hızlı giderken, sağ – sol yaparak önümüzdeki engelleri geçebiliyor, takip görevlerinde karakterimizi saçma bir tarafa zıplarken bulmuyoruz; hatta abartmayayım ama bu, Black Flag’in bence en iyi artısı. Madem karakterden başladım, onun üzerinden yol alıyorum efendiler. Genel karakter animasyonları, önceki oyundan çok da farklı değil, onu hemen belirteyim. Fakat dönem değiştiği için silahlar ve zırhlar üzerinde büyük farklılıklar söz konusu. Bir defa korsan dediğin adamın tek kılıcı olmaz, makbulü ikidir ve Edward’ın da iki adet kılıcı bulunmakta. Saldırılarında her daim ikisini de kullanan Edward, önceki oyunlara göre çok daha nicelikli kombolara sahip ama bunlar ne kadar nitelikli, orası tartışılır. Oyunun henüz başında zaten iki adet kılıca kavuşuyoruz. Bu dakikadan sonra iş tabancalarda! Konu hakkında ne kadar bilginiz var, bilmiyorum ama korsan dediğin adam, üzerinde saklı bulunan tabanca miktarıyla kalitesi artan bir bünyedir. İşte bunun çok da iyi farkında olan Ubisoft Montreal ekibi, Edward’ın üzerinde dört silah taşımasına izin vermiş. Tabii ki başlangıçta tek silahla başlıyoruz ama oyun içerisinde bulunan geliştirmelerle silah miktarımız dörde kadar çıkabiliyor. Silah miktarının artışının oyuna da büyük bir etkisi var. Resmen Devil May Cry gibi kombolar yapmak mümkün artık! (Abarttım ama potansiyel var yani, yürür.) Dört silahı ardı ardına ateşleyebildiğimiz gibi, normal saldırı kombolarımızın arasına mermiler serpiştirmek de mümkün. Yani o kadar hızlı geçişler değil bunlar belki ama önümüzdeki adamı pataklarken, bir anda sağdan ve soldan gelen iki adamı öldürebilmek harika bir görsel şölen yaratıyor. Bu arada silahların tek mermide bir adamı alaşağı ettiğini de unutmamak lazım. Düşmanlardaysa durum biraz daha farklı ve tabancaları bizi ancak altı – yedi vuruşta öldürebiliyor ama tüfeğe sahip olan kırmızı ceketlilerden ölümüne kaçın, yoksa orada ölürsünüz, en azından deneyin; tek mermi de sağlığı sıfıra indiriyorlar, sonra “ne oldu abi öyle” demeyin.
Olaylara ilk olarak günümüzden başlamak lazım, artık o eski firmayla çalışmıyoruz. (Çizgi romanı okuyanlara da el sallayayım istedim.) Bu sefer hafızalara ziyareti mümkün klan firmanın adı Abstergo Industries ve gördüğüm kadarıyla gereğinden fazla Fransız insanı işe almışlar; hatta bu firma, olayı eskiden olduğu gibi gizli saklı yapmaya da çalışmıyor ve tam tersine hafıza işini resmen müzeye dönüştürmüş. İçinde bulunduğumuz binanın her yanında eski oyunlardan görseller yer aldığı gibi, burayı ziyarete gelen insanlar da bulunmakta. Bölgemiz Sample 17 Studio ve hafıza dışında yaşadığımız dünyaya elimize tutuşturulan bir tabletle geziyoruz. O bildiğimiz soğuk Animus merkezi de artık bir ofise dönüştürülmüş. “Melanie Lemay” isimli kadından gerektiği takdirde “gerçek” hayat hakkında daha fazla bilgi alabiliyoruz.
Dönelim 1715’e. Küba’dayız. İngiliz – İspanyol savaşının en çok etki ettiği ve haliyle en çok konuşulduğu yer burası. Yakalanıncaya kadar da burada kalacağız. Bir sonraki yolcuğumuzsa Nassau’ya olacak. Oyunda zaten birçok ada bölgesi bulunuyor. Küba, Bahama, Panama, Havana, Tortuga, Cayman Adaları ve Florida gibi, ortalamadan çok daha fazla bölgeye sahip. Benim oyunda ilk dikkatimi çeken şey grafik optimizasyonu oldu. Sanıyorum herkesin ilk olarak dikkatini çeken de bu kısımdır. Şimdi yalan söylemeyeyim; günümüzdeki birçok oyunda olduğu gibi, Black Flag yeni nesil odaklı bir yapım zira görüntü yenilenme hızı bir hayli düşük. Özellikle kalabalık savaşlardan çıkıp daha az bölgeyi gördüğümüz bir görüş açısına geçtiğimiz anda aradaki fark kabak gibi ortaya çıkıyor. Yanlış anlaşılmasın, bu bir eksi değil, çoğu firma an itibariyle aynı sorundan muzdarip. (Bakınız, FIFA 14 de yeni grafik motorunu, yeni konsollara saklıyor.) Onun haricinde her şey yolunda. Görsellerde eskiye oranla büyük değişiklikler söz konusu değil. Hala aldığımız yeni eşyalar aynı şeklide üzerimizde beliriyor, binalar hala aynı güzellikte. Karakterimize de mükemmel bir özellik eklenmiş ki bu beni benden aldı. Bugüne kadar çıkmış olan tüm AC oyunlarını bitirmiş birisi olarak en çok muzdarip olduğum “sağa sola dönme” sorunsalı bu oyunla tamamen ortadan kalmış. Artık karakterimiz, ani olarak kendisine yön verdiğimizde inanılmaz insansı bir animasyonla o yöne doğru kayıyor. Yani direkt o yöne dönmek yerine sadece adımını o tarafa doğru alıyor. Bu sayede hızlı giderken, sağ – sol yaparak önümüzdeki engelleri geçebiliyor, takip görevlerinde karakterimizi saçma bir tarafa zıplarken bulmuyoruz; hatta abartmayayım ama bu, Black Flag’in bence en iyi artısı. Madem karakterden başladım, onun üzerinden yol alıyorum efendiler. Genel karakter animasyonları, önceki oyundan çok da farklı değil, onu hemen belirteyim. Fakat dönem değiştiği için silahlar ve zırhlar üzerinde büyük farklılıklar söz konusu. Bir defa korsan dediğin adamın tek kılıcı olmaz, makbulü ikidir ve Edward’ın da iki adet kılıcı bulunmakta. Saldırılarında her daim ikisini de kullanan Edward, önceki oyunlara göre çok daha nicelikli kombolara sahip ama bunlar ne kadar nitelikli, orası tartışılır. Oyunun henüz başında zaten iki adet kılıca kavuşuyoruz. Bu dakikadan sonra iş tabancalarda! Konu hakkında ne kadar bilginiz var, bilmiyorum ama korsan dediğin adam, üzerinde saklı bulunan tabanca miktarıyla kalitesi artan bir bünyedir. İşte bunun çok da iyi farkında olan Ubisoft Montreal ekibi, Edward’ın üzerinde dört silah taşımasına izin vermiş. Tabii ki başlangıçta tek silahla başlıyoruz ama oyun içerisinde bulunan geliştirmelerle silah miktarımız dörde kadar çıkabiliyor. Silah miktarının artışının oyuna da büyük bir etkisi var. Resmen Devil May Cry gibi kombolar yapmak mümkün artık! (Abarttım ama potansiyel var yani, yürür.) Dört silahı ardı ardına ateşleyebildiğimiz gibi, normal saldırı kombolarımızın arasına mermiler serpiştirmek de mümkün. Yani o kadar hızlı geçişler değil bunlar belki ama önümüzdeki adamı pataklarken, bir anda sağdan ve soldan gelen iki adamı öldürebilmek harika bir görsel şölen yaratıyor. Bu arada silahların tek mermide bir adamı alaşağı ettiğini de unutmamak lazım. Düşmanlardaysa durum biraz daha farklı ve tabancaları bizi ancak altı – yedi vuruşta öldürebiliyor ama tüfeğe sahip olan kırmızı ceketlilerden ölümüne kaçın, yoksa orada ölürsünüz, en azından deneyin; tek mermi de sağlığı sıfıra indiriyorlar, sonra “ne oldu abi öyle” demeyin.
Bu kadar savaştan bahsetmişken, birazcık daha detaya girmekte fayda var en beğendiğim okur. Şimdi dört silaha kavuşuncaya kadar genelde işimiz kılıçlarımızla oluyor, hatta silahları doldurmak uzun süre aldığı için kalabalık savaşlarda en fazla bir defa ateşleyebiliyoruz. Yakın dövüş esnasındaysa özellikle ilk iki oyunda bulunan, “deflect” ve saldırı tuşuna doğru zamanda basarak tek seferde düşman öldürmekten eser kalmadığını belirteyim. Montreal ekibinin de uzun zamandır peşinde olduğu, birçoklarının canını çok sıkan bu detay, ikinci oyunda daha ağır zırhlı ve vuruşları karşılanamayan karakterlerle dengelenmeye çalışılmıştı ama istenen sonuç elde edilememişti. Black Flag’deyse savaşlarda refleks olarak üç tuşu birden kullanmamız gerekiyor. Kimi birimler, düz saldırılarımızı hep bloklayabiliyorlar. O yüzden önce bloklarını açmamız, hemen akabinde saldırmamız gerekiyor. Üzerimize gelen saldırılar, vuruşu yapacak kişinin üzerinde çıkan kırmızı ünlemle belirtiliyor. Tam bu anda deflect tuşuna basmamız lazım ki ancak o zaman üzerimize gelen saldırıdan kaçabiliyoruz. Tabii ki ardından kafa göz girmemiz işten bile değil. Kılıçlarımızın gücü üç kategoriden oluşuyor. Size bir ipucu vereyim: Kendi deneyimlerime göre silahın hızından çok verdiği hasar hep artı bir avantaj zira ortalık bir anda mahşer yerine dönebiliyor. Benzeri bir durum tabancalar için de geçerli. Oyunun ilerleyen kısmında, ateş gücü “1” ve “2” gibi rakamlara sahip olan silahlar işlevsiz kalıyor. “Stun” gücü yerine mümkünse ateş gücüne gidin derim. Savaş sisteminde olan gelişme gerçekten etkileyici ama hemen eksiyi de yapıştırmak istiyorum. Şöyle ki oyuna alıştıktan sonra zamanlamayı çok kolay bir şekilde ayarlayabiliyorsunuz, bunu Black Flag’i deneyim edenleriniz de göreceklerdir. Hal böyle olunca da yine suikasttan eser kalmıyor geriye. Kaç kere daldım orta yerde askerlere, siz deyin 10, ben diyeyim 30 tane adamı yere serdim. Nasıl mı? İlk oyundan beri ısrarla geliştirilmeyen, Cüneyt Artık Bizanslısı modeli yüzünden! Yahu neden herkes tek tek saldırıyor arkadaş? Girişin işte bana, bitsin bu iş. Ha, öyle de oyun çok zor olur deniyorsa bari aynı anda iki – üç kişi saldırsın yahu. Çok mustaribim okur bu konuda, çok! Bir de Smoke Bomb söz konusu ve attığımız anda çevredeki tüm askerler bundan etkileniyor ve kaçmak ya da kendilerine girişmek için muazzam bir zaman tanıyorlar. Ben ata ata dünyayı kılıçtan geçirdim, şahitlerim var.
Daha iyi korsan olmak için avcılık şart
Hayvan derisi toplayıcılığı Black Flag’de de kendisine harika bir yer bulmuş. Başta adalar olmak üzere, haritanın birçok yerinde envaiçeşit hayvan bulunmakta; kimileri sessiz sakin avlanmayı beklerken, kimilerinin yakalanması ziyadesiyle zor. Hele bir de denizde yakalamamız gerekenler var ki hiç sormayın. (Beyaz Balina derisiyle oyundaki en özel geliştirmelerden biri yapılabilmekte…) Şimdi karadan devam edelim, deniz kısmına geleceğim. (Bir yerlerde kutu da olacak.) Geliştirmelerin en temeli aslında ikiye ayrılıyor. Daha doğrusu gerekli hayvan derisine sahip olsak bile oyunun başında sadece “Health” ve “Pistol Hoster” geliştirmelerini yapabiliyoruz. Her ikisinin de dört adet seviyesi var ve her yeni seviye, farklı hayvan derileri istiyor. Her iki geliştirme de kaçırılmaması gerekenler listesinin başını çekiyor çünkü her yeni seviye Health geliştirmesi %25 sağlık veriyorken, her yeni Pistol Hoster geliştirmesi bir adet daha fazla silah taşımamıza imkân tanıyor. Dört silaha kavuşmak, sizin de hesaplayabileceğiz üzere birazcık vakit alıyor. Topladığımız hayvan derilerini satmak da mümkün, keza satın da alınabiliyor ama alış fiyatları bir hayli tuzlu. Bu iki ana geliştirmenin yanında, Pistol Ammo Pouch, Smoke Bomb Pouch, Dart Pouch, Berserk Dart ve Sleep Dart gibi özellikle oyunun ilerleyen kısımlarında rahata kavuşmamızı sağlayan eşyaları da hayvan derileriyle üretiyoruz. Yani neymiş? Hayvan gördün mü kovala!
Hayvan derisi toplayıcılığı Black Flag’de de kendisine harika bir yer bulmuş. Başta adalar olmak üzere, haritanın birçok yerinde envaiçeşit hayvan bulunmakta; kimileri sessiz sakin avlanmayı beklerken, kimilerinin yakalanması ziyadesiyle zor. Hele bir de denizde yakalamamız gerekenler var ki hiç sormayın. (Beyaz Balina derisiyle oyundaki en özel geliştirmelerden biri yapılabilmekte…) Şimdi karadan devam edelim, deniz kısmına geleceğim. (Bir yerlerde kutu da olacak.) Geliştirmelerin en temeli aslında ikiye ayrılıyor. Daha doğrusu gerekli hayvan derisine sahip olsak bile oyunun başında sadece “Health” ve “Pistol Hoster” geliştirmelerini yapabiliyoruz. Her ikisinin de dört adet seviyesi var ve her yeni seviye, farklı hayvan derileri istiyor. Her iki geliştirme de kaçırılmaması gerekenler listesinin başını çekiyor çünkü her yeni seviye Health geliştirmesi %25 sağlık veriyorken, her yeni Pistol Hoster geliştirmesi bir adet daha fazla silah taşımamıza imkân tanıyor. Dört silaha kavuşmak, sizin de hesaplayabileceğiz üzere birazcık vakit alıyor. Topladığımız hayvan derilerini satmak da mümkün, keza satın da alınabiliyor ama alış fiyatları bir hayli tuzlu. Bu iki ana geliştirmenin yanında, Pistol Ammo Pouch, Smoke Bomb Pouch, Dart Pouch, Berserk Dart ve Sleep Dart gibi özellikle oyunun ilerleyen kısımlarında rahata kavuşmamızı sağlayan eşyaları da hayvan derileriyle üretiyoruz. Yani neymiş? Hayvan gördün mü kovala!
Denizler üstünde ve altında fersah fersah
Karada neler yapılabileceğini tüm oyun dünyasına çoktan kanıtlayan Ubisoft Montreal, iki oyundur denizlere yönelmiş ve özellikle bir önceki oyunda amacını fazlasıyla belli etmişti. Zaten bu kaçınılmaz bir sondu. Karakterin sağ sol adım gelişiminden sonra en çok beğenimi kazanan şey açık ara denizler oldu. Eminim ki adamlar denize bile yapımcı ekipten birilerini, “Bak bakalım deniz nasılmış?” diye yollamışlardır. İlk detaysa denizin görünüşünde gizli ve bildiğin gerçek deniz yapmışlar, daha iyi açıklayamam. Dalgalar ve dalgaların gemi üzerindeki fiziksel etkileri muazzam. Karadan açıldığımız zaman farklı deniz olaylarıyla karşılaşabiliyoruz. Hortumlar korkulu rüyam oldu. Bir anda ileride gözüken hortumlar, çok gerçekçi bir şekilde ve rastgele göre yol alıyor, kaçınmanın yegâne yoluysa olabildiğince farklı noktalara yönelmek. Bir defasında üçünün ortasında kaldım, en son karakterim gökyüzüne ışınlandı, net. En çok can yakan ve dikkat gerektiren ise “Rouge Waves” isimli dev dalgalar. “Dev” derken, gerçekten ekran boyu dalgadan bahsediyorum. Zaten haritada da gözüküyor bu dalgalar. Olayın bu kadar ciddi olmasındaki sebep, ola ki yan tarafımızdan çarparsa gemimizin %80 gibi bir ihtimalle tamamen yok olması. Ona karşı yapılacak iki şey var: Birincisi, dalgayı direkt burundan almak ki bu sayede neredeyse hiç hasar almıyoruz. İkincisi, gemiyi yavaşlatarak tüm ekibi eğilmeye zorlamak. İşin zorlaştığı nokta, savaşın ortasında bu dalgaya maruz kalmak. Bir yandan devasa top mermilerinden kaçarken, diğer yandan bu ince hesabı yapmak hem zor, hem de arada çok fazla zarar almamız işten bile değil. İşin iyi tarafıysa düşman gemilerinin de bu dalgalara karşı neredeyse hiçbir şey yapmamaları; adamların tek hedefi biziz azizim.
Kara gözüktü!
Assassination Contract’lar ilk oyundaki suikast kısmı ve sizlerin de bildiği üzere artık ana oyundan tamamen ayrılmış durumda. Kontratların en önemli kısmı tabii ki para ve eğer biraz daha fazla para kazanmak istiyorsanız, hiç savaşa girmeden hedefi öldürmeniz gerekiyor ama işte bu sistem bence oyunun temel dinamiklerini öldürmüş durumda. Gidip bir güvercin kafesinden kimi öldüreceğimi öğrenmek, beni ziyadesiyle mutsuz eden gelişmelerden sadece bir tanesi… Benim oyuna olan en büyük eleştirimse yeteri kadar yenilik barındırmaması. Evet, deniz teması muhteşem bir şekilde karşıma çıktı ve inanın karada yaptıklarımdan katbekat daha fazla keyif aldım ama işte beni bitiren o kara kısmı oldu. Olay bir suikastçıyı oynamaktan çok resmen hapis kaçağını yönetmeye dönüştü. Özellikle yeteneklerimiz karşında düşmanlarımızın çaresiz olması ve bu sebepten herhangi bir görevi o ya da bu şekilde tamamlayabiliyor olmak beni pek mutlu etmedi. Ana senaryo, her AC yapımında olduğu gibi yine muazzam; NPC’ler olsun, ana karakterimiz olsun, çok güzel bir şekilde yedirilmiş senaryoya. Yine de beklentim biraz daha yukarılarda ve Connor ile oynadığımda da benzeri duygular içerisindeydim. Sözün özü, her AC fanatiğinin keyifle oynayacağı, türün beğenenlerinin kaçırmaması gereken bir yapım. Fakat deniz / korsan temasını sevmiyorsanız, sizi önceki oyunlara geri alalım çünkü Black Flag her yönüyle denizlerle ilişkili.
Assassination Contract’lar ilk oyundaki suikast kısmı ve sizlerin de bildiği üzere artık ana oyundan tamamen ayrılmış durumda. Kontratların en önemli kısmı tabii ki para ve eğer biraz daha fazla para kazanmak istiyorsanız, hiç savaşa girmeden hedefi öldürmeniz gerekiyor ama işte bu sistem bence oyunun temel dinamiklerini öldürmüş durumda. Gidip bir güvercin kafesinden kimi öldüreceğimi öğrenmek, beni ziyadesiyle mutsuz eden gelişmelerden sadece bir tanesi… Benim oyuna olan en büyük eleştirimse yeteri kadar yenilik barındırmaması. Evet, deniz teması muhteşem bir şekilde karşıma çıktı ve inanın karada yaptıklarımdan katbekat daha fazla keyif aldım ama işte beni bitiren o kara kısmı oldu. Olay bir suikastçıyı oynamaktan çok resmen hapis kaçağını yönetmeye dönüştü. Özellikle yeteneklerimiz karşında düşmanlarımızın çaresiz olması ve bu sebepten herhangi bir görevi o ya da bu şekilde tamamlayabiliyor olmak beni pek mutlu etmedi. Ana senaryo, her AC yapımında olduğu gibi yine muazzam; NPC’ler olsun, ana karakterimiz olsun, çok güzel bir şekilde yedirilmiş senaryoya. Yine de beklentim biraz daha yukarılarda ve Connor ile oynadığımda da benzeri duygular içerisindeydim. Sözün özü, her AC fanatiğinin keyifle oynayacağı, türün beğenenlerinin kaçırmaması gereken bir yapım. Fakat deniz / korsan temasını sevmiyorsanız, sizi önceki oyunlara geri alalım çünkü Black Flag her yönüyle denizlerle ilişkili.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)